Soğuk, rüzgarlı bir Aralık günü, ada vapurunun güvertesindeki banklar nemli ve bomboştu. Vapur henüz iskeleden ayrılmıştı ki kabinden dışa doğru hızlıca kapı açıldı.
Rüzgardan zorlanarak kapıyı iterken Ceren’in uzun, dalgalı, kopkoyu saçları yüzüne yapıştı. Elinde cep telefonuyla bir hışım dışarı çıktı. Saçlarını aceleyle kulağının arkasına toplayıp hızlı hızlı konuşmaya başladı.
“Öfff ne biçim rüzgar var anlatamam, kapı suratıma kapanıyordu az kalsın.”
”Ne dedin? Alo, duyuyor musun? Dışarı çıktım ya o yüzdendir uğultu... Her şey üstüme üstüme geliyor bugün. Bir derin nefes alayım diye güverteye geldim. Kimseler yok şimdi burda, rahat rahat konuşuruz.”
“Atladım vapura gidiyorum Büyükada’ya. Hastaneyle konuşacağım, anneannemin durumunu öğrenip ilk fırsatta İstanbul’a naklettiririm. Senin önerdiğin doktor Ömer Bey’i ayarladım. Sağ olsun ilgilenecek. Bakalım nasıl halledeceğim, daha annemlere haber vermedim Ankara'dan telaş yapmasınlar diye. Tek başıma da paniklemiş durumdayım. Ya anneanneme bir şey olursa?”
“Senin gelmeni beklemiyorum tatlım biliyorum ayarlayamazsın, dert etme.”
Ceren konuşurken üşüyüp montunun yakasını kaldırmaya yeltendi, o sırada telefonu elinden kayıp gürültüyle yere düştü.
“Eyvahhhhh! Gitti!”
Yere eğildi, apar topar zeminde kayan telefonu takip edip peşinden koştu. Tam yakalamaya çalışırken ilerideki bankların arasında sırt üstü yere uzanmış, genç bir adam gördü. Gözleri fal taşı gibi açık hiç kıpırdamadan öylece yerde yatıyordu.
Ceren panikleyerek önce tiz bir çığlık attı. “Aman Allahım!” Sonra tereddütle seslendi “İyi misiniz?”
Çıt çıkmadı. Uğultulu rüzgar sesiyle kapının çarpma sesleri birbirine karıştı. Adam aynı şekilde hareketsiz yatarken gökyüzünde martılar çığlık çığlığa dönüyordu. Telefon yerde duruyor, karşı taraftan “Alo Ceren! Neler oluyor?” diyen panikli bir ses duyulurken, Ceren tekrar daha yüksek sesle bağırdı “Bir şeyiniz yok ya? Yardım lazım mı?”
Hiç cevap alamayınca, yavaşça genç adama doğru yürüdü, yanına eğildi. O sırada havada dönen martılardan biri acı bir çığlık daha attı, kar beyazı bir ürperti kapladı etrafı. Ceren nabzını kontrol etmek için tam elini boynuna uzatacakken, Mert hiç hareket etmeden sadece gözlerini çevirip Ceren’e baktı. Ceren korkudan donmuş, Mert ne olduğunu anlayamadığı için şaşkın halde birbirlerinin gözlerine kilitlenip bakakaldılar.
Mert beresinin altına gizlenmiş kulaklıklarını çıkardı, müzik hafifleyerek vızıltı gibi rüzgarda savrulmaya devam ederken, Ceren’in yüzüne baktı ve sakince sordu “Bir şeyiniz yok ya,? Suratınız bembeyaz görünüyor.”
“Ben..Ben mi? Asıl size bir şey oldu zannettim. Öyle hareketsiz yerde yatınca.. Seslendim cevap da çıkmadı.. Çok korktum."
Mert cevap vermek yerine kulaklığını gösterip hafifçe gülümsedi. Ceren’in yanakları utançtan kızardı. Telefondan sesler yükselmeye devam ediyordu. Mert sakince ayağa kalkıp telefonu yerden aldı ve uzattı. Uzun, kemikli ve çok biçimliydi elleri. “Sizin galiba?” diye sordu.
“Evet evet.” derken yanaklarındaki alevin bir an önce sönmesi için içinden dua ediyordu.
Telefonu aldı, elinde tuttu ama hiç konuşmadı. Mert’e bakarak, makinalı tüfek gibi soruları sormaya devam etti:
“O kadar seslendim hiç mi duymadınız? E ama ne yapıyosunuz siz bu halde yere yatmış? Bu havada dışarda hem de?”
“Doğru anı bekliyordum.”
Aptallaşan bir yüz ifadesiyle “Doğru an derken?”
Mert uzun işaret parmağıyla martıyı gösterirken Ceren’in gözü onun boynundaki analog fotoğraf makinasına takıldı ve anladı.
Nedense kuşların çığlıkları durmuş, sakince kanat çırpmadan havada asılı duruyorlar ve aşağı doğru ikisine bakıyorlardı. Ceren her zamanki gibi gereksiz bir heyecan yaptığını anlayarak tanımadığı – üstelik de etkileyici bulduğu - bir fotoğrafçıya rezil olmanın sıkıntısıyla “Kusura bakmayın ben tahmin edemedim. Sizi rahatsız ettim.” Bir dakikaya yakın bir sessizliğin ardından tekrar sordu “Ee, uzun zamandır mı bekliyorsunuz?”
Hafif çocuksu bir şekilde dudakları büküldü Mert’in “Bilmem. Saymadım. Önemli mi?”
”Yok önemli değil de.. Yani burası buz gibi, yerler ıslak. Bir fotoğraf çekmek için öyle dakikalarca yerlere yatmak falan.. tuhafıma gitti..”
Mert ifadesiz bir şekilde, makinasını eline alarak karşı sıradaki banka oturdu, denize doğru başka bir fotoğraf açısı ayarlamaya başladı; o sırada Ceren’in suratına bakmadan “Telefonunuz elinizde kaldı unuttunuz, açık hala sanırım.”
“Neyse. İyi günler size.” diyerek Ceren utancından iyice kızarmış ve hayli gıcık olmuş bir şekilde arkasını dönüp kapıya doğru yöneldi. Kapı girişindeki banka oturup telefonu kulağına götürmeye çalıştı ama yan gözle Mert’e bakıyordu. Mert yeni fotoğraf karesini planlamakla meşgul kendi dünyasındaydı, ya da öyle görünüyordu. Nihayet Ceren elindeki telefonu hatırladığında aceleyle açıklamaya başladı:
“Alo, çok pardon.. Ben iyiyim canım olay benle ilgili değil. Ne? Yok yok, olay yok aslında. Bir şey olmadı yani merak etme, üşüdüm biraz dışarıda telefon elimden düştü falan filan. Neyse ben seni sonra arasam olur mu? Hadi öpüyorum tatlım.”
Ceren telefonu kapattıktan sonra tam içeri girecekti ki, dışarıya tek eliyle kapıyı iten diğeriyle de tepsisini sallaya sallaya taşıyan çaycı geldi.
“Çay, ıhlamur, adaçayıııııııı!”
İçeri girmekle iki bardak adaçayı sipariş vermek arasında 5 saniye süren tereddütünden sonra Ceren çaycının eline tutuşturduğu bozuk paralarla bardakları değiş tokuş ederken buldu kendini.
Elindekileri sarsakça taşırken, çaylar dökülmesin diye gayret etti ve Mert’in yanına oturdu. Bardağın birini ona uzatırken mahçup bir şekilde çatallaşan sesini kendi bile tanıyamadı. “Ben az önceki durum için çok utandım, sizin işinizi bölmek istemezdim. Bir adaçayı ile özür dilesem?”
Mert gülümseyerek, ilk defa tepkisiz değil tam tersine pırıl pırıl bir ifadeyle gözlerine baktı ve bardağı alıp yanındaki limon dilimini çaya atarak yavaş yavaş karıştırdı.
“Özür dileyecek birşey yok ki. Dert etmeyin siz her şeyi bu kadar.”
“Ah bir yapabilsem” dermiş gibi iki elini yana açıp iç çekti Ceren, ardından elini uzattı.
“Ceren ben. Ne komik bir karşılaşma oldu.”
Uzatılan eli yavaşça sıkarken gülümsedi Mert “Aslında bence komik değil. Her şeyin bir sebebi vardır. Ben de Mert.” Eli bu soğuk havada bile sıcacıktı.
Ceren ne diyeceğini bilemeyerek konuyu değiştirmeye çalıştı. Hayatta en iyi bildiği şey cevapsız kaldığı durumlarda konudan uzaklaşmaktı.
Bunu çalıştığı şirketlerden sıkıldığında da, yürümeyeceğini gördüğü ilişkilerinde de yapıyordu. Gidiyordu. Yakında o da farkedecekti ki hiçbir problem kaçmakla çözülmüyordu, aksine büyüyerek yeniden ortaya çıkacağı zamanı bekliyordu.
“Yakalayabildiniz mi bari?” dedi fotoğraf makinasına bakarak.
“Evet bugün şanslı bir gündü. Hayalimdeki kareyi yakaladım.”
Ceren makinaya doğru bir hamle yaptı “Sakıncası yoksa… Ben de görebilir miyim?”
Bu sırada rüzgar hafiflemiş, vapur tarihi Büyükada iskelesine yanaşmaya başlamıştı.
Rıhtımda uzaktan görünen üç beş insan dışında adada hareket yoktu. Mert çayının son yudumunu bitirdi, ağır hareketlerle makinasını çantasına yerleştirdi. Tam yerinden kalkmaya hazırlanıyordu ki, mırıltıya benzeyen bir sesle cevap verdi.
“Olur tabii, kısmetse bir gün kahve içeriz adada. Gösteririm o sırada.”
Bunu söyler söylemez kalktı ve bir veda gülümsemesiyle birlikte başını belli belirsiz öne eğerek selam verdi. Gitmek üzere kapıya yöneldi. Bu hareketi anlaşılmaz bulan Ceren, arkasından seslendi.
“Nasıl peki? Telefonlarımızı bile bilmiyoruz!”
Vapur yanaşmış, içerideki yolcular kapının önünde birikmeye başlamıştı. Mert tam içeri girecekken omzunun üzerinden cevap verdi “İnsanların birbirine ulaşabilmek için illa telefona ihtiyaçları yok ki.”
Bunu söyledikten sonra gitti. Ardından esen sert poyraz kapıyı gürültülü bir şekilde çarparak kapattı.
Ceren bir cevap verecekmiş gibi ağzını açtı ama sesi çıkamadı. Kolları iki yanına düştü, sustu.
Mart 2014, İstanbul
Comments